Bozlu Art Project'te Ali Teoman Germaner’in (Aloş) Kişisel Sergisi




Bozlu Art Project, 21 Nisan - 3 Haziran tarihleri arasında modern heykel sanatının önde gelen isimlerinden Ali Teoman Germaner’in (Aloş) kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor.
 
Küratörlüğünü Özlem İnay Erten’in yaptığı, düzenlemesini ise Nevzat Sayın'ın üstlendiği sergide Ali Teoman Germaner’in 1950’li yıllardan bu yana ürettiği desenleri, resimleri ve heykellerinin bir arada görülebileceği kapsamlı bir seçkiye yer veriliyor.
 
1949 yılında girdiği Akademi’nin heykel bölümünde Rudolf Belling, Ali Hadi Bara ve Zühtü Müridoğlu gibi Türk heykelinin öncü isimlerinin öğrencisi olan Ali Teoman Germaner’in sanat yaşamındaki önemli köşe taşlarını yansıtmayı amaçlayan sergi, gerek sanatçı gerekse akademisyen kişiliğiyle Türkiye’de heykel sanatının geçirdiği dönüşümlerin büyük bir bölümüne tanıklık etmiş sanatçının yarım asrı aşan sanat yaşamındaki süreci gözler önüne seriyor.
 
“İnsanlığın geçmişi benim de geçmişimdir.” diyen Aloş’un Mezopotamya, Mısır, Orta Amerika gibi uygarlıklarının sanat ve mitolojilerinden etkilenerek oluşturduğu fantastik figürlerle dolu görsel dil, güncel siyasal-sosyal olayları irdeleyen metaforik bir anlatımın kapılarını izleyiciye aralarken, sanatçının resim ve heykellerinin adeta imzası haline gelen Zümrüd-ü Anka, yılan ve at figürleri ile deniz kabuklarına kadar uzanan masalsı atmosfer, sanatseverleri Aloş’un düş gücünün doruklarında sıra dışı bir gezintiye çıkarıyor.
  
Bozlu Art Project Nişantaşı’nda 3 Haziran’a kadar izlenebilecek sergi, Aloş’un yarım asrı aşkın bir süredir soyuttan figüre, desenden gravüre, resimden heykele ve bronz, taş, ahşap gibi farklı malzemelere uzanan zengin ifade arayışlarını yansıtıyor.
 
Bilgi için:
Hazal Gençay
hazal.gencay@bozluartproject.com
+90 212 232 7 232 
Copyright © 2015 Bozlu Art Project, Bütün hakları saklıdır.

Posta adresi:
Bozlu Art Project Nişantaşı
Teşvikiye Cad. İsmet Apt.
No:45/1 Nişantaşı
İstanbul 34365 
Türkiye

Salı - Cumartesi
10:00 - 19:00
 
contact@bozluartproject.com www.bozluartproject.com

Kadın Cinayetleri, Kadın Bedeni, Çıplaklık

KADIN CİNAYETLERİ, KADIN BEDENİ, ÇIPLAKLIK

Sevin Okyay

Destar Tiyatro’nun Sechu Sende uyarlaması Merheba, İstanbul sahnelerinde dördüncü ayına girdi. Yabancı basında, özellikle İspanyol basınında Türk basınından çok daha fazla yer alan Merheba, yenilikçi tiyatro biçimi kadar Özgecan Aslan‘dan sonra 60 kadının daha öldürüldüğü Türkiye’de kadına bakışıyla da dikkat çekiyor. ABD’deki bazı kadın tiyatro dergilerinde “Merheba’nın ataerki karşıtlığı ve anti-militarizm ilişkisi üzerine getirdiği güçlü bakış” olumlu yorumlara yol açıyor: “Kadın tanımının ve bedeninin eril yapılandırılması ve bunun dille ilişkisi üzerine farklı ve yeni tezi var Merheba’nın,” gibi.
Fatmagul Berktay

Oyunun dökümanter bölümünde yer alan siyaset bilimleri profesörü Fatmagül Berktay, “Kadınlara ilişkin eril imgeler hep çelişkilidir,” diyor. Türkiye’de kadın çalışmalarının en önemli adlarından Berktay’a göre, “Kadınlardan hem iyi hem kötü, hem kutsal hem dünyevi, hem bakire hem fahişe, hem melek hem şeytan olmaları beklenir. Gene de tutarlı olan bir şey vardır: kadın daima erkeğin “öteki”si olarak kurgulanır ve bağımsız öznelliği inkar edilir. Bu “öteki” erkeğin temsil ettiği varsayılan uygarlık, kültür ve akla karşı denetimsiz doğanın, kaosun ve hayvansı içgüdülerin yıkıcılığıyla ilişkilendirilen “yaban”dır ve dolayısıyla tecavüz, şiddet vb. pratik ve ideolojik araçlar kullanılarak erkek egemenliği tarafından denetim altına alınmak zorundadır. Yoksa her an “uygarlık kampı”ndan kaçıp ortalığı darma duman etmesi (“fitne ve fesat” yaratması) işten bile değildir. Kadınların, yüz yıllardır erkekleri akıl ve ahlak yolundan saptırıp baştan çıkaran, onları salt fiziksel/cinsel varoluşun batağına çeken zehirli ve meşum imgeler olarak resmedilmeleri bu yüzdendir.
Kadınların erkeklerden çok, doğanın dilsiz varlıklarına (hayvanlar vb.) yakın olduklarının varsayılması da gene bu yüzdendir. Varolan dil de bu eril imgeleri taşır ve yeniden üretilmesine hizmet eder. Dolayısıyla kadınların kendi dilleri içinde dilsiz kalabilmeleri hiç de şaşırtıcı değildir.” diyor.
İlk kez bir tiyatro oyununda rol alan Prof. Berkay bu konuda ise “Egemen erkeklik ve kadınlık imgelerini, kadının toplumsal denetiminin aracı olarak erkek şiddetini ve dilin masumiyetini sorunsallaştıran bir oyunun eril iktidara yönelik ideolojik bir meydan okuma olduğunu düşünüyorum. “Merheba” da küçük de olsa bir yer almamın nedeni de, böyle bir meydan okumanın parçası olmak isteyişim. Ben Mehmet Atak’ın emek verdiği her türlü işin hem doğru, hem de iyi olacağına inandığım için baştan açık kart vermiş durumdaydım zaten – oyunu izleyen öğrencilerimle ve arkadaşlarımla konuştukça bu inanç bir kere daha teyit edilmiş oldu. Böyle bir oyunda yer almış olmaktan onur duyduğumu söylemek istiyorum. Özellikle içinden geçtiğimiz süreçte böylesi, her açıdan cesur ve nitelikli işlerin ne kadar önemli olduğunu zaten söylemeye gerek yok. Her şeye rağmen hayatı, dostluğu, şiddetsizlik özlemini ve cesareti kutlamak için!” diye açıklıyor.
Aslı Erdogan

Merheba’nın dört monoloğunu yazan Aslı Erdoğan ise “İnsan ancak soyunarak yazabilir, çıplağın altında yüzülmüş deri vardır. Edebiyatın doğuşu, yasa ve destanın, eril dilin doğuşuyla eş zamanlıdır. Akit ve emirle. Kadın hep erkeğin tanımıyla erkek özne tarafından anlatıldı. Yüzyıllardır nesneleştirildi ve susturuldu. Soyunurken bile erkek bakışıyla, erkek tarafından soyuluyordu yani giydiriliyordu. Çıplaklığı, erkeğin tanımladığı giydirilmiş giysisiydi. Bunun uç örneğini, nü resimlerde John Berger verir: eline bir ayna tutuşturulmuş kadın resmine ‘kendine hayranlık’ adını verir. Son iki yüzyıllık sürece, anoninlikten çıkma mücadelesine kadar kadın ‘boşluk yaratık’tır. Ben yazımda kadın bedenini İteka’ya dönüş olarak görüyorum. Kadın Odysseus için bir İteka yoktur. Çünkü kendi bedeninden koparılmıştır. Onun için ben kadını hep bir yara, eksik kalan, kopuş, yitiş, parçalanmayla betimliyorum” diyor.
Mehmet Atak

Merheba’yı tasarlayan ve yöneten Mehmet Atak “Merheba’nın iki kanavasından biri, hiçbir dilin masum olmadığı, fena halde ataeerkil olduğu,” diyor. “Medeniyet başlangıcı sayılan yazının bulunuşu ihtiyaç fazlası artık değer birikimi, bunun güvenliği ve kentleşme, işbölümü ve aterkinin menşei ailenin çıkışıyla eş zamanlıdır. Nafile ölümsüz arayışı, artık değerin miras olarak aktarımı ve soy üzerinden başka erkek bedenler üzerinden var olma yanılsamasını getirir. O tarihten beridir ki, kadın hep kendine rağmen aterkil tanımlanmıştır. Anne, karı vd eril tanımlamaların gerçek dişille alakası yoktur. Keza kadın bedeni, onun nerelerinin nasıl örtüleceği de hep konjoktürel statükolara hizmet edecek biçimde eril belirlenir. Çıplaklık hep korkutur, çünkü tektipleştirilemez, böylece kolay kontrol edilemez o sebeple de özellikle din ve örf paraflarından adeta ‘şeytanileştirilir’. İnsan bedeni dışında eril anlamlar yüklenir. Yoksa bir beden uzvu olması açısından penisimizle burnumuzun, vajinamızla kulağımızın bir farkı yoktur. İğrenç bir tahakküm tezahürü olan tecavüz vukuatına baktığınızda tecavüzcü ya da kurbanın çıplak olması binde bir bile değildir.”
Sıfır bütçeyle sahnelenen Merheba’nın pek çok ihtiyacı için internete duyurular konmuş. Hareket oyuncusu da internetten aranmış ama bu ilana sadece tek cevap gelmiş. Atak “Sedece Burcu başvurdu, onu sadece Afrika Dansı’nda seyretmiştim, riskliydi, ama sonucu çok iyi oldu,” diye değerlendiriyor bu adayı. “Burcu denemeye açık, çok disiplinli ve çalışkan ve de enerjisi çok yüksek bir oyuncu. Oyun için şans oldu. Başvuran olmamasının nedeni ise duyuruda açıkça belirtilen hareket oyuncusunun sahnede çıplak olacağıydı. Yine maalesef bu genelde oyuncu insanların da zeitgeist vasatında olduklarının göstergesi. Omuzunun da memesinin de birer enstrümanı olduğunu farketmek yerine birine zamanın ruhuna göre suje olarak taşımadığı başka bir eril ezber yüklüyor” diyor.
Burcu Eken

Oyunda yer çekimine karşı sert bir mücadele veren Burcu Eken ise bu konuda “Merheba’nın dansçı arayışını gördüğümde ilgimi çeken hareket oyuncusunun ‘çıplak’ oynayacağı değil yaklaşık iki dakika boyunca amutta bir fotoğraf karesi gibi hareketsiz duracak olmasıydı! Sakatlanma riski olan bir hareket dizgesinin olacağının da altını çiziyordu Mehmet Atak. Yoğun bir bedensel çalışma sürecine gireceğim için oldukça heyecanlıydım. Çıplaklığın bir ‘algı’ meselesi olduğunun güzel bir örneğiydi bence bu” diyor ve ekliyor “Sahnede çıplaklık? Nasıl ki kostüm, aksesuar,dekor, ışık- performans oyuncusunun sahnedeki dışavurumunun önemli yardımcıları olabiliyorsa bir ifade aracı olarak ‘bedenin çıplaklığı’ da odur. Sahnedeki anlatımın yoğunluğuna hizmet eden, gerektiğinde/tercih edildiğinde kullanılabilecek, diğer unsurlar gibi ‘bir araç’ Kaldı ki performans sanatçısının en önemli malzemesi bedeni ve o bedenin sahip olduğu bütün potansiyel olanaklar. Kendi sınırını belirlemek, yıkmak, yeniden oluşturmak da yine her performans sanatçısının kendisine göre değişiklik gösteren bir süreç.Kendi performans sürecim boyunca anlamdaki, bedendeki, sahnedeki, ‘şeylerdeki’ sınır duygusu hep beni kendine çekti.”


Merheba’nın cinsellik dışı sorgulayıcı çıplaklığının hızla muhafazakârlaşılan günümüzde tepki alıp almadığı soruyoruz “Hayır,” diyor “Dramaturglarımızın biri mütedeyyin bir kadın. Pek çok mütedeyyin insan seyretti. Yazar Cihan Aktaş ve Yıldız Ramazanoğlu çok güzel birer değerlendirme yazdılar. İki mütedeyyin dergide güzel geniş yazılar çıktı”. Peki, Merheba’dan tedirgin olanlar yok mu? “Var tabii ama bu eril tahakküme karşı estetik bir sorgulama, başkaldırı olan insan bedeninin çıplaklığı üzerinden olmadı hiç. Kürt ya da Türk milliyetçilerden rahatsız olanlar oldu, kendini sol olarak tanımlayanlardan ataerkinin başat mesele alınmasına tepkiler oldu. Ama muhteviyattan ziyade biçim üzerine tepkiler daha fazlaydı. Merheba, illa de kategorileştirmek gerekiyorsa, post- modern ertesinin tiyatrosu. Lineer, hikâyenin dışarıda bırakıldığı her yegane seyircinin kendi meşrebi ve biyografisiyle bağlantılarını kurabileceği peşpeşe dikey bölümlerden oluşan bir simülasyonda, seyirciye bir şey öğretmeyen, onun da zihnen dinamik olduğu bir dertleşme, temas süreci. Ponovsky’nin ‘habit/forming force’ dediği empoze edilmiş alışkanlık oluşturucu gücün taasubunu kıramamış tiyatro seyircisi için ‘tiyatro bile değil’ Merheba”.


Hareketli enstalasyon olarak Merheba’nın dekorunu oluşturan 29 karelik fotoğraf çekimi için gereken, bir koreografiyi çıplak uygulayacak beş kadın ve beş erkek oyuncu için de internet duyurularına başvurulmuş. “Bizim bugün yaşadığımız erkeklik ya da kadınlık durumunun %99’unun cinsiyetlerimizle alâkası yok. Yaptıklarımızdan giydiklerimize, söylediklerimize, davranışlarımıza varana kadar sahte birer öğretilmiş erkeklik ve öğretilmiş kadınlık yaşıyoruz. Bunlar dil tarafından militaristçe empoze edilen aterkinin kodlamaları, bizi daha rahat güdebilmek için tektipleşmesi. Oyunda bir fotoğraf koreografisi olacaktı ve bu koreorafide insan bedeni katışıksız yani çıplak olacaktı. Sıfır bütçemiz olduğu için de gönüllü fotoğraf oyuncuları aradık. Bu ay içinde yazıp yönettiği Kam adlı bir oyun çıkaran çok yetenekli genç bir tiyatrocu ve koreograf olan Can Bora’yla üzerine çalıştık. Halime Hanımın (Güner) Uçan Süpürge’de ilanımızı kullanmasının beş kadın gönüllüyü bulmamıza çok katkısı oldu. İlanda açıkça belirtilmesine rağmen görüşmelerde çıplaklık nedeniyle pek çok vazgeçme oldu. Enteresan olanı, geleceğini belirten beş kadın geldi ama üç yedeği olan erkeklerin çoğu gelmedi ve çalışma günü telefonlarını kapattı. Bütçemiz yoktu, stüdyo, ekip ve  ekipmanı bir daha ayarlama şansımız da. Ben ve dramaturglarımızdan biri soyunup, koreografiye adapte olmaya çalışarak fotoğraf oyunculuğunu da yaptık,” diyor Atak.


Merheba’nın gösterimi sürerken Atak ve Erdoğan, şimdilik adı “aslında..?/Kadın Kırımı” olan yeni bir oyun üzerinde çalışıyorlar.

Çerçi Sanat'ın 6. Sayısı Yepyeni Tasarımı ve Dosya Konusuyla Yayında


Çerçi Sanat'ın 6. sayısı çıktı. Yazılar ve ilüstrasyonlarla dolu dolu bir sayı oldu. Hemen bakmak isterseniz sizi şöyle alalım: http://cercisanat.com/dergi/6

Bu sayıda katkıda bulunan yazarlarımız ve çizerlerimizin adları şöyle: Ayfer Feriha Nujen, Ayşegül Tözeren, Burçin Tolga Yılmaz, Can Mustafa Özdemir, Caner Ok, Cavidan Sönmezoğlu, Derya Davulcu, Emin Önder Sertçelik, Engin Atmaca, Ercan Y Yılmaz, Erkan Karakiraz, Ersun Çıplak, Eylem Yurtsever, Gamze Andın, Gerçek İnan, Handan Akgün, Hülya Soyşekerci, İclal Öztaş Ayçelik, Murat Mahmutyazıcıoğlu, Nilgün Küçük Batman, Neval Turhallı, Orkun Eğilmez, Osman Göktuğ Türkmen, Özlem Şan, Seyhan Akıncı, Songül Çolak, Şengül Can, Talita Yalıtırık, Tuğçe Ayteş, Tülay Akyol, Yunus Kocatepe, Yusuf Turhallı.

Bu sayıda birçok yenilikle karşınızdayız. Fark edeceğiniz üzere tasarımımız tamamen yenilendi. Yeni sayımızdaki yazılarımıza ve eski sayılarımıza ulaşmanız kolaylaştı. Ayrıca yazılarımız daha rahat okunur hale getirildi.

İkinci büyük yeniliğimiz Günebakan dosyalarımızda oldu. Bundan sonra dosya konularımız yazarlar değil temalar olacak. Altıncı ama bu açıdan ilk sayımızın teması "görmek". Görmeyi farklı açılardan ve farklı alanlardan inceleyen birçok yazımız var.

Cinayete Yamuk Bakmak - Gamze Andın: http://cercisanat.com/dergi/6/cinayete-yamuk-bakmak

Kör Baykuş'un Gözü: Sâdık Hidayet'in Kör Baykuş Romanında Görsellik - Hülya Soyşekerci: http://cercisanat.com/dergi/6/kor-baykusun-gozu-sadik-hidayet-kor-baykus-romaninda-gorsellik

"Günümüzde Görmek" Üzerine Bir Tartışma - Özlem Şan: http://cercisanat.com/dergi/6/gunumuzde-gormek-uzerine-bir-tartisma

Türkçe Görsel Şiir (Tarihi) İçin Bir Kolaj Denemesi 2.1 - Ayşegül Tözeren: http://cercisanat.com/dergi/6/turkce-gorsel-siir-tarihi-icin-bir-kolaj-denemesi-21

Kobanê'yi Görmek - Yusuf Turhallı: http://cercisanat.com/dergi/6/kobaneyi-gormek

Her Şeyi Gören Göz: İnternet - Tuğçe Ayteş: http://cercisanat.com/dergi/6/her-seyi-goren-goz-internet

Sihirbazlar ve Yanılsamalar - Tülay Akyol: http://cercisanat.com/dergi/6/sihirbazlar-ve-yanilsamalar

Portrait of Something That I'll Never Really See - Gavin Turk: http://cercisanat.com/dergi/6/portrait-something-ill-never-really-see

Küçük Kız ve Dilenci - Tuğçe Ayteş: http://cercisanat.com/dergi/6/kucuk-kiz-ve-dilenci

Rengarenk - Handan Akgün: http://cercisanat.com/dergi/6/ismi-girilecek

Taşrada Zaman - Şengül Can: http://cercisanat.com/dergi/6/tasrada-zaman

Çarpışma - Can Mustafa Özdemir: http://cercisanat.com/dergi/6/carpisma

İlüzyon - Özlem Şan: http://cercisanat.com/dergi/6/ilizyon

Varoluşun En Tatlı Hali Şaşkınlık - Emin Önder Sertçelik: http://cercisanat.com/dergi/6/varolusun-en-tatli-hali-saskinlik

Oscar ve Doyurulamayan Noksanlık - Gerçek İnan: http://cercisanat.com/dergi/6/oscar-ve-doyurulamayan-noksanlik

JR - Özlem Şan: http://cercisanat.com/dergi/6/jr

Görmenin Izdırabı - Tuğçe Ayteş: http://cercisanat.com/dergi/6/gormenin-izdirabi

Gör-mek - Handan Akgün: http://cercisanat.com/dergi/6/ismi-giirlecek-2

Gören Göz - Yunus Kocatepe: http://cercisanat.com/dergi/6/goren-goz-1

Bir Kente Bakmak - Şengül Can: http://cercisanat.com/dergi/6/bir-kente-bakmak

Bir Kucak Sevgi - Emin Önder Sertçelik: http://cercisanat.com/dergi/6/bir-kucak-sevgi

Klasikleri Neden Okumalıyız? -1 (Alfred de Musset ve Çılgın Âşık) - Ersun Çıplak: http://cercisanat.com/dergi/6/klasikleri-nasil-okumaliyiz-1-alfred-de-musset-ve-cilgin-asik

Bu kadarla bitmedi elbette. Çerçi Sanat'ta her zamanki gibi öykü, şiir, söyleşi ve tanıtımlar da var. Okumaya doyamayacağınız bir sayı sizi bekliyor.

Basın Bülteni: Bir Kadını Öldürmek (Oyun)



Sahne: Sadri Alışık Tiyatrosu Ağahamam Cd. Ağahan. No:1 Kat 4.

Tarih: Her Perşembe Saat 20.30

Kadınlar ne zaman ölürler? Bütün çabalarının bir hiç olduğunu öğrendikleri gün mü?

Başına silah dayamış bir kadın; üniversite mezunu, büyükşehirde yaşıyor. Kocası üniversite mezunu bir erkek, severek evlenmişler. Anneleri, babaları, komşuları, iş arkadaşları ve kızları Elif… Kalabalığın içnde yalnız bir kadın. Karşımıza geçmiş bize anlatıyor, hatırlıyor, silahı bize doğrultuyor, soru soruyor.

"Neden diye mi merak ediyorsunuz? Neden çok. Tamam her şey benim yüzümden... Yo yo hayır. Kendime haksızlık etmemeliyim. Başkaları da var. Ötekiler, boşa harcanmış bir kırk yılın ortakları." 




Toplumsal bir değişim süreci geçirdiğimiz şüphesiz. Birileri bizi bir kalıba sokmaya çalışıyor ve biz neye benzediğini tam olarak tanımlayamadığımız bu yaşam şekliyle kendimize gitgide yabancılaşıyoruz. Konuştuğumuz dil, duyduğumuz ses, yaşadığımız hayat bizim değil sanki.

"Kadın Cinayetleri" olgusu son yıllarda yaşanan toplumsal çözülmenin ve gerilimin sonuçlarından biri. Kırsalda, geleneksel düşünce yapısının getirdiği istismardan dolayı çokça olan kadın cinayetleri artık kentlerde, eğitimli kesimlerdeki ailelerde ve bireylerde de yaygın. Kadına yönelik şiddet bir insan hakkı ihlalidir ve dünyanın her yerinde olduğu gibi ülkemizde de ciddi bir toplumsal sorundur. Sorunlu "cinsiyet" kavramı, yanlış algılar ve bunun bedelini canlarıyla ödeyen kadınlar. Geride umutlar ve çocuklar bırakarak.

Bu algı nasıl değiştirilecek, kadın kendine biçilen suskun rolden nasıl kurtulacak ve kadın cinayetleri nasıl azalacak? Belki de önce sorular sorarak.




Jilet Sinan, Suç Sarayı, Babamın En Güzel Fotoğrafı romanlarının yazarı Gönül Kıvılcım’ın kalem aldığı ve 2011'de Devlet Tiyatroları repertuarına kabul edilen "BİR KADINI ÖLDÜRMEK" adlı oyun kentli, iyi eğitimli ve çocuk sahibi bir kadının 15 yıllık evlilikten sonra kocasının baskılarıyla ve bencil yaklaşımıyla nasıl yalnızlaştığını, nasıl sona yaklaştığını anlatıyor.

Oyunun yönetmeni Şehir Tiyatroları sanatçısı Nihat Alptekin'dir.

Farklı Yerlerde, Farklı Dillerde "Yetsin Artık" Diye Ağlar Dünyanın Bütün Kadınları

"Merheba"dan


 - Cinayetlerde delik deşik edilmiş kadınlar kaldırdı beni, sıkış sıkış daracık bir bodruma sıkıştık. Hepimiz ana dillerimizde ağlıyorduk.

 - Annem yüzüme uzun uzun bakıp "Gecenin bir yerinde mutlaka şehrin bütün kadınları ağlar" dedi, ana dilinde konuşuyordu.

 - Bir türlü açılamayan kanatlarıyla olduğu yerde çırpınan melekler gibiyiz. Öylesine yakın duruyoruz ki birbirimize, birimizin göz yaşı, diğerinin yüzünden akıyor. Neyi bekliyoruz böylesine toplanmış?

 - Genç olan "Ne biçim kadınsın sen?", "Kadınların biçimlerini belirleyen bir form mu var? Kim oluşturmuş bunu?" dedim ve ağzımı yine sıkı sıkı kapattım.

 - Bir an ana dilimde de aynı küfürlerin, aynen olduğunu farkettim. Ağzımı sıkı sıkı kapattım, anadilimdeki o küfürleri dudaklarımın kenarından çaktırmadan tüküreyim dedim ama ağzımı açmaya cesaret edemedim...

 - Bizler, kentlerin, öldürülmüş kadınları, incecik, şeffaf cinayetlerle delik deşik edilmiş. Bizler için yüzyıllardır üretilen sözcüklerle örülmüş dillerin bodrumunda sıkış tıkış, yan yana, omuz omuza, karşı karşıya dilden akan kana ağlıyoruz.

 - Madem her şeyi başlatandık, rahimdik, sütle dolu göğüslerdik, en derin uykudan uyanan topraktık, neden bir türlü kendimiz olarak doğmamıza izin verilmiyor, ortak bir dilin kıskacında.

- Korkup kaçtığım kürtaj masası geldi aklıma. Eve, mahalleye anlatamazdım, en hafifinden dışlarlardı beni.

- Hayatın üzerine çökmüş gelenek, yeni bir günü doğuracak geceye bakmak isteyen bütün kadın gözlerini zorla teker teker kapamış. Suların altında kalmış gerçeklikten, sadece bu, bir katliam geleneğinden kurtulmuş bir parça geceyle çerçevelenmiş bu imge yapayalnız parıldıyor sert zeminde.

- Dün bileklerimden tavana kelepçeliyken… İktidarı anlayamamış bir kadın olarak, üzerimde kurulmak istenen iktidara kendi rahmime saklanarak direnirken. Küçük alanda muktedir olmak öğretilmişler, iktidarlarına itaat etmeyince onları hadım ettiğimi zannettiler.

- Kör edilmiş gözlerim bu kanlı ışığı değil, her daim kendini üreten lanetli bir kehanet gibi inşa edilen erkek geleneğin baştan yollarımı kapamasını değil, gerçeği istiyor, bütün sahtekarlığı, yoksulluğu, gürültüsü, ihtişamı, zaafıyla gerçek hayatını, kendi hayatını… Ben burdayım, bitmiş şeylerle henüz başlamamış, belki de hiç başlamayacak şeylerin arasında, kendimim.

- "Sikiceksin bu orospuları. Yasa izin verecek dayayacaksın dibine kadar bak nasıl açılıyor ağzı" diye bağırıyordu. Bir an ağzımı açayım "Sus pis pis konuşma, amarım şimdi seni" demek geçti içimden. "Siyahların kendilerine zenci, eşcinsellerin kendilerine ibne diyerek muktedirin dilini geçersizlemesi gibi bir şey olur diye düşünmüştüm. Ama iyi ki ağzımı açmamışım. Cinsel ilişki neden bir iktidar, birinin diğerine tahakkümü olsun ki?

- Sonra cinsel organımı avuçlayıp sıktı, sıktı, çok canım acıdı. Gözlerime örttüğüm sanal peçeyi, kulaklarıma kadar çektim. Artık küfürleri de duymuyordum.

- Sonra memelerimin uçlarını önce elleriyle, sonra daha da acıtan soğuk metal bir şeyle sıkıştırdılar. Ve bir an mememin ucundan sanki bir ateş geçti, sonra göğsüme, oradan karnıma sıcak bir şey akmaya başladı, meme ucumu kestiler!

- Her sabah aynı rüyayı görerek, sonrasında ağlayarak uyanıyorum. Hangisi uyku hali hangisi uyanıklık onu da bilmiyorum. Hatta geçen gece rüyamda, rüyalarımı artık uyanıkken de görebildiğimi gördüm.

- Güç, erkek güç…

- Onların ellerinden kurtulup kadın ağlamalarına karıştım. Camların içinden geçtim. Yatak odalarına, mutfaklara, helalara baktım, farklı farklı saatlerde, farklı farklı dillerde "bitsin artık" diyerek ağlayan kadınları gördüm.

- O zaman insana dair anlatılmış, yazılmış bütün hikayeler duvarlar boyunca korkuyla kamburlaşmış bir sırt gibi yalana dönüşecek.

- Paslı mıydı acaba? Mahallenin ortasında da kalçamı açıp bakamam ya?

- Kan önce karşıya fışkırıyor. Başka kadınlardan, ölmeden önce başka başka diller konuşan kadınlardan fışkıran kanlarla birleşiyor. Kanlar birleşip her yere yayılıyor, her şeyi örtüyor, içinde kendilerini kanatanları boğuyor, rahim gibi sarıp soluksuz bırakıyor

- Ana dillerimiz fena halde baba. Bize emreden, yasaklayan, döven, öldüren erkek, başkalar yaratan bir erkek. O yüzdendir ki bugüne kadar bir kadının yüzünü peçesiz gören olmamıştır, dillerindeki kelimelerle gördükleri konusunda kendilerini kandırmışlardır ancak.

- Ben hangi çığlığın yankısıyım bu dillerde?

- Güç güçsüz artık. Kadınların da beynini yıkamış erkek güç, güçsüz artık!

- Artık "bitsin artık" diye ana dilimde dua etmiyorum. Gerek yok. Dilin erkek miti kifayetsiz kalınca ana dilimizin yalnızca diğer dillerden biri, hiç bir farkı, üstünlüğü, kutsallığı olmayan bir ses dizgesi olduğunu keşfettim kuburlardan lağımlara, lağımlardan çalılara, çalılardan çakıl taşlarına akarken.

- Dili kesilmiş bir kadınım ben.

***

19 ŞUBAT saat 20:30 Şermola Performans
26 ŞUBAT saat 20:30 Şermola Performans


Adres: İstiklal Cd. İmam Adnan - Nane Sk. No:5 K:2 Beyoğlu - 555 996 10 43

Detaylı bilgi için:
Nalân Özübek
90 533 595 32 82 -nalanozubek@hotmail.com

Ticketing link
http://www.biletix.com/etkinlik/SS150/ISTANBUL/tr
http://www.biletix.com/etkinlik/SS150/ANTALYA/en


Video: Prof. Fatmagül Berktay, Merheba'nın belgesel bölümü:



KÜNYE


Tasarlayan ve Yöneten: Mehmet Atak
Oyunlaştıran: Fatma Onat
Dili Kesilen Kadının Monologları: Aslı Erdoğan
Dramaturji: Sevin Okyay & Çetin Ok & Gülsüm Ekinci
Yardımcı Yönetmen: Kamer Yıldız Ok
Müzik: Ahmet Aslan & Şirin Pancaroğlu
Hareket Tasarım: Can Bora
Işık Tasarım: Mirza Metin
Dekor Tasarım: Marta Montevecchi
Kostüm Tasarım: Hilal Polat
Makyaj Tasarımı: Suzan Kardeş
Video Tasarım: Adar Bozbay
Efekt: Gökçe Selim
Fotoğraf Koreografisi: Can Bora
Fotoğraf: Nâzım Serhat Fırat
Grafik: Metin Çelik
Hareket Çalıştırıcısı: Can Bora & Gonca Gümüşayak
Türkçe Dil Koçu: Güler Kazmacı
Kürtçe Dil Koçu: Âlan Ciwan
Kürtçe Çeviri: Kawa Nemir
Galisyanca Çeviri: İrfan Güler & Pepa Baamonde
Aktüel Fotoğraf: Burçin Korkmaz & Bülent Yazıcıoğlu
Video Montaj: Koray Ayvaz
Makyaj Uygulama: Fitnat Budak
Yönetmen Asistanı: Mehmet Emrah Hamşioğlu
Sahne Arkası Oyuncuları: Sadin Yeşiltaş & Felat Erkozan & Yazı Köz/Arda Uğurlu & Çetin Ok
Oyuncular: Nagihan Gürkan& Rıdvan Erdem Kaynarca & Burcu Eken
Kürtçe Ses Oyuncusu: Berfin Zenderlioğlu
Galisyanca Ses Oyuncusu: Alicia Beatriz López Gallego
Fotoğraf Oyuncuları:
Burcu Eken & Çetin Ok & Erkan Aydın Duygun & Hadiye Gündüz & Jale Tozantı & Kerim Can Cingöz & Marta Montevecchi & Mehmet Atak & Mehmet Emrah Hamşioğlu & Mualla Parlak
Özel Görünüm: Fatmagül Berktay
Genel Koordinatör ve Basın Danışmanı: Nalân Özübek

Özgecan Cinayetini Unutmayacağız, Biz de Anlatacağız!


Özgecan'ın vahşice öldürülmesini ve katillerinin bunu nasıl olağan bir şey gibi anlattıklarını okumuşsunuzdur. Tekrar tekrar bahsetmek maalesef Özgecan'ı geri getirmeyecek. Ama yapabileceğimiz bir şey var: Anlatmak! Çünkü yeni canlara kıyılmaması ve farkındalık yaratılması önemli.

Twitter'da #sendeanlat hashtag'inde kadınlar yaşadıklarını 140 karakterle anlatıyor. Yazılanlara kadınlar şaşırmıyor, erkekler şaşırıyor. Ekşi Sözlük'te "bir türk kadının taciz günlüğü" adı altında da paylaşımlar yapılıyor. Mecra ne olursa olsun paylaşım yapmak önemli. İki yönlü bilgi kirliliğini kaldırmak için. Birincisi kadının mağdur olarak gösterilmesi ama erkeğin anonim ve münferit bir suçlu olarak örtbas edilmesi. Bu, sorunun asıl çıkış noktasından uzaklaşıltırılması bilinçli bir algı çalışmasıdır. İkincisi, kadının suçlu gösterilmeye çalışılması. Giyim kuşamıyla, hal ve hareketleriyle yargılanması ve suçlunun aslında haklı gösterilmeye çalışılması. (Erkek çocuklar, hayvanlar ve damacana gibi nesneler için yanıtları nedir acaba?)

Biz kadınlar bıktık. Doğumumuzdan ölümümüze kadar bu ülkenin her metrekaresinde bir şekilde taciz edilmekten, canımız burnumuzda yaşamaktan bıktık!

Çerçi Sanat olarak da yaşadıklarınızı paylaşabileceğiniz bir platform yaratmak istiyoruz. İster bu blog yazısının altına ister Facebook paylaşımımıza isterseniz de mailimize yaşadıklarınızı yazabilirsiniz. Paylaştıkça güçleneceğiz.

Yazarlarımızdan Tuğçe Ayteş'in güncellenen yazısından bir kısmı sizinle paylaşıyoruz:

"Dün her zaman yaptığım gibi sosyal medyadan haberleri takip ettim. Her seferinde etmez olaydım diyorum, her seferinde daha kötüsünü göremem diyorum ama olmuyor işte. Mersin'de Özgecan Aslan, 20 yaşında gencecik bir öğrenci, minibüste tek kalıyor, şoför onu kaçırıyor, kız direniyor, o direndiği için evrimleşmemiş bu herif onu bıçaklıyor, demirle işini sağlama alıyor, kendisi gibi iki tane az gelişmiş canlıyı da çağırıp cesedi yakarak, dereye atarak suçu ortadan kaldırmaya çalışıyor. Ama kan ve tırnak izleri yalan söylemiyor.

Söyleyeceklerimi ifade edebilmek için bir gün beklemem gerekti. Bu sırada çok da iyi yazılar yazıldı. Benim söyleyebileceklerimin hepsi söylendi dedim ama yine de bir şeyler yazmak, ses çıkarmak gerek.  Öncelikle okuyabildiğim yazıların bağlantılarını ekleyeyim, okumak isterseniz buyurun:

Metin Solmaz: http://uzuncorap.com/2015/02/14/ozgecani-yakarak-oldurmediler/

Kadının yeri ve aklımda kalanlar


Bir dergiye yazacağım yazı için talihli biçimde iki kitabı okuma şansı elde ettim. Olan biteni anlamak için bir kenara not edin: Fatmagül Berktay - Tarihin Cinsiyeti ve Nurdan Gürbilek - Kör Ayna, Kayıp Şark. Öncelikle şunu belirteyim. Hükümet şu anki şartlarda elbette baş sorumlu ama bu durumun sebebi değil sonucu olduğunu da gözden kaçırmamak gerek. Bahsettiğim kitapları gözden geçirirseniz de çok rahat fark edeceksiniz: Kadınlara layık görülen bu bakış açısı bu coğrafyanın topraklarına işlemiş. Kadını dört duvar arasına kapatmak ve toplumsal hayattan soyutlamak yeni değil. Erkeğe etken, kadına edilgen roller biçilmesi de öyle. (Edebiyat eserleri de hiç masum değil.)

Yazıda neler yazsam diye çok düşünmedim. Ama teorilere çok girmeyeceğim sanırım. Bunun yerine aklımda kalan anlara odaklanacağım. Çünkü geriye dönüp baktığımda, özellikle küçük yaşta yaşadıklarımı ifade edemediğim için öfkelendiğimi fark ediyorum. (Elbette her kadın yaşadıklarını anlatmak istemeyebilir, onları buna zorlamak da başka bir şiddet biçimi.)

Ne diyordum? Kadına şiddeti doğuran bu bakış açısı hep vardı. Annemin ilkokuldan liseye kadar yaptığı uyarılar hala kulağımda: "Bir erkekle dört duvar arasında kalırsan çığlık at" veya "Minibüste tek kalırsan dikkat et" vb. O zamanlar sinirlendiğimi ve tedirgin olduğumu hatırlıyorum. Şu an bir kızım yok ama Özgecan yaşında bir kardeşim var ve empati kurabiliyorum. (Kardeşimin saç teline zarar veren birini görsem ağzını burnunu da dağıtırım, o derece eminim.) Fakat hâlâ aynı soru kafamı kurcalıyor. Dikkat etmesi gereken neden hep biziz?

Kin tutan veya hafızası çok kuvvetli biri değilim. Ama gelin görün ki ilk tacizden itibaren birçok an aklımda yer etmiş. İlk tacizden başlayayım. 13-14 yaşımdayken sokağın başındaki bakkaldan öte beri aldım, apartmanın asansörünün önüne geri geldim. Peşimde bir adam, tanımıyorum ama apartmandan birinin misafiri sandım. "Hangi kata çıkacaksınız?" diye sordum. Adam arkamı avuçlayıp kaçıverdi. Evde annem ve rahmetli anneannem yüzümün kireç gibi rengini fark ederek "Bir şey mi oldu?" diye sordular. "Hiçbir şey" dedim. Oysa çok şey olmuştu. O sırada yabancı bir erkeğe asla güvenmemem gerektiği zihnime kodlanmıştı. Asansörde sıkıştırmadığı için şükretmiştim. Bugün olsa hayatında hiç duymadığı küfürleri işitebilirdi."

Ses, Söz Ve Dil Üzerine Bir Oyun: "Merheba"

Mehmet Atak'tan Çerçi Sanat'a bir haber var. Bize gönderdiği e-postayı sizlerle paylaşıyoruz:

ses, söz ve dil üzerine bir oyun: “merheba”
“hiç bir anadil masum değildir. medeniyet denilen, yazıyla başlatılan dönemde, aile biçimleri de dille paralel gelişir ve tabii fallokrasi de. tüm anadiller feci şekilde ataerkil ve türcü ötekileştirme ihtiva eder, yani feci halde babadırlar.”




Mustafa Sütlaş

İstanbul - BİA Haber Merkezi
05 Şubat 2015, Perşembe 

dilimiz olmasaydı?-“yok! susturulduk...”elimiz olmasaydı?“yok! kesildi, koparıldı..”“merheba”  “merhaba” değil! “merheba!”“merhaba” sözcüğünün farsça olduğu ve “benden sana zarar gelmez” anlamı taşıdığı kafamın bir yanlarına yazılmış. “benden sana zarar gelmez!”


gerçekten mi diye sorgulamak gerekir belki de her merhabayı. ya da böyle bir mutlaklığın olmadığını da bir olasılık olarak düşünmek, dikkâte almak.


insanların her türlü ilişkisi sorgulanmalı çünkü. ezberler, alışkanlıklar, çıkar ve nihayetinde de erk kullanmak ve bir iktidar yaratmak her ilişkinin taşıdığı risklerin oluşturduğu farklı aşamalar.


yapımı destar tiyatro tarafından üstlenilen ve mehmet atak ve arkadaşlarının sahneye koyduğu  “merheba” öncelikle bunun bir örneği.


merheba aralarında ferdinand de saussure, ludwig wittgenstein, theodor w. adorno, jacques lacan, juan-david nasio, jacques derrida, gilles deleuze, jean-françois lyotard, michel foucault, johan huizinga, margaret mead, xiaolan lei, alleen pace nilsen, jean bethke elshtain, richard lance keeble, rosina lippi-green, thierry nazzi, frantz fanon, muhyiddin şekur, hannah arendt, guy michaud, ivan ıllich, muhyiddin ibn arabi,jean baudrillard, claude lévi-strauss, nathalie sarraute, alain robbe-grillet, roland barthes, samuel beckett, jacques mehler, josiane bertoncini, david. laing, john mack, ece ayhan, ulus baker, ali akay,pınar selek, kürşat bumin, gündüz vassaf, fatmagül berktay, nuri pakdil,sevim burak, heiner müller gibi çok sayıda, düşünür, akademisyen, siyasetçi, şair ve yazardan alınan çok sayıda metinden oluşmuş ve varlığın ve yokluğun tartışıldığı bir kolaj;  dahası bu kolajın hülâsasının tiyatroya dönüşmüş şekli.


ama ana metinler irfan güler ve pepa baamonde’nin türkçeye çevirdikleri galisya’lı (ispanya’nın bölgelerinden birisi) yazar sèchu sende’nin “rüyalarımda bile dilimi kaybetmeyeceğim” adlı kitabındaki “pusula iğnesi” ve “galisyanca konuşmaya başlamak için pratik bilgiler” adlı öyküleriyle aslı erdoğan’ın “hayatın sessizliğinde” kitabından fatma onat’ın yaptığı serbest bir uyarlama.

bu uyarlamanın görünür izlenir hale gelmesi için de elliden fa
zla insan emek dökmüş. bu yönüyle de bir imecenin ürünü.

şunu da ekleyelim ki “merheba” sevgili mirza metin’in tasarladığı “dil ve anadil üzerine” dört oyunun bir bütün oluşturacağı bir çalışmanın ilk aşaması ya da bölümü.


“dil ve temas”



“merheba” bir deneme herşeyden önce! hem de her anlamda...


yalnız ele aldığı konuyu değil, sahne üzerinde gösterdiğiyle de tiyatronun ne olduğuna dair ezberleri de bozan bir deneme. özellikle de izleyenine, alıcısına ve sahnenin bu tarafında da olsa kendini o oyunun içinde sayan herkesle “temas” etmeye ve bu temasın sonuçlarını anlamaya çalışan bir deneme!


yıllar önce çiaç (çocuklar için adalet çağrıcıları) adı altında oluşturduğu platforma katıldığım sırada daha yakından tanıdığım, bir göz de sen ol, cumartesi anneleri, tmk mağduru çocuklar için oluşturulan sosyal çalışmalardan bildiğim sevgili mehmet atak tarafından yönetilen merheba uzun bir çalışma ve hazırlık sürecinin içinden çıkıp geliyor karşımıza. özellikle “dil / anadil” konusundaki düşünceleri görünür hale getirmek ve tartışmak istediğini vurguluyor mehmet atak ve kendi bakışını şöyle ortaya koyuyor:


“dil öteden beri ama özellikle modernist ulus devletler döneminde birincil argüman olmuş, temel zamk olarak görülmüştür. militarist tek tipleştirme içinde de tek millet, tek bayrak argümanlarının da önündedir tek dil. egemen olanın ana ya da kısmen inşa edilmiş dili diğer ana dillere tahakküm eder, onları entegre edip unutturmaya çalışır. bu genel tektipleştirip böylece merkezden gütmenin temel ülküsüdür.... türkiye’de de türkçe dışındaki dillere kamusal alanda yasak politikası, dönem dönem çok ağır baskılarla güdüldü. tüm etnisiteler dil baskısı görmüştür ama özellikle sscb’nin yıkılışından sonra yeni tehlike olarak yaratılan kürtler son 30 senedir daha sistemli ve ağır baskı görmüştür. bu sapına kadar militarist bir tutumdur. ana dil mücadelesi haklı bir mücadeledir ama kendi ana dilini merkeze aldığında yine bir hiyerarşi kurup militaristleşir, mücadele ettiğin egemenin yöntemini taklit etmeye başlarsın. evet, hiç bir anadil masum değildir. medeniyet denilen, yazıyla başlatılan dönemde, aile biçimleri de dille paralel gelişir ve tabii fallokrasi de. tüm anadiller feci şekilde ataerkil ve türcü ötekileştirme ihtiva eder, yani feci halde babadırlar. baba dil dense daha isabetli olurmuş.”


belki de baştan vurgulamak gerekir: “bu oyun ve umulan ‘temas’ herkes için değil!”ama “temas edebileceği ve ettiği” herkes için olduğu tartışmasız bir gerçeklik.


dili, iktidarı, eylemi, eylemsizliği, sanatı ve sanatın işlevini, tiyatroyu ve yazılan her şeyi sorgulayan, bunlar üzerinden “yeni”ye, “başka”ya, “öteki”ye varmak isteyenler için bir oyun. hem de “oyun”unun yalnız sahne üzerinde olanıyla sınırlı olmayan, yaşamın içindeki her boyutunu ortaya koyan bir “atraksiyon” ya da “enstelasyon”.


insan bedeni, inların dili gibi “mutlak” saydığımız tüm enstrümanlarla oynanan bir oyun.


bu yanıyla bir “oyun” değil bir “gerçeklik” aslında.


bir saati aşkın sürede “karanlık bir salonda ve sahnede” aslında kendi içimize bakmamızı bize söyleyen ve eğer bunu yaparsak içine dahil olduğunuz bir gerçeklik.



tiyatro, yaptığı ve yapmadığı



“arınmak” için ve her türlü “yanılsama”yı gerçek sayanlar ve saymaya niyetli olanlar için değil bu bir saatlik performans.


gerçekten de sahnede izlenenle ilgili pek çok görme biçimi söz konusu olabilir. bu da mehmet atak’ın tiyatro yolculuğundan ve geldiği aşamadaki algısı ve ifade biçiminden kaynaklanıyor. o tiyatroyla ilgili her meseleye farklı yerlerden baktığını da şöyle ortaya koyuyor.


“benimle birlikte tiyatro anlayışım da değişiyor. bırak 10-20 sene, ben üç sene önceki, bir seneki önceki mehmet atak’tan farklıyım. burda ve şimdiye izafi genelde şunu söyleyebilirim: gilles deleuze ve felix guattari’nin ‘minör edebiyat’ tanımına hısım ‘minor tiyatro’.


minör edebiyat, minör bir dilin edebiyatı değil, daha ziyade kirlenmiş bir dünyadaki yabancılaşmayla mücadelesinde, mânâ arayışında kendi azınlıklığını inşa etmiş, şahsına münhasır bir ‘öteki’nin majör bir dilde yaptığı edebiyattır.


lineer çizgi postmodernde parçalandı, hallaç pamuğu gibi atıldı. bugün post modern ötesi bir dönemdeyiz. roland barthes’in ‘yazının sıfır düzeyi’nde languge’a dair söylediği dikeylik. yatay, lineer bir tiyatro dili değil, dikey, izdüşümleri, bağlantıları bazen ihsas bile edilmemiş, hamasi dikey parçalardan bile imtina edilmemiş, bağlantıyı son raddede seyircinin dinamiğine bırakan; cümleler, paragraflar, bölümler halinde yürümeyen bir tiyatro.


metni, oyunculuğu vb öne alıp diğer unsurları destek olarak görmeyen, bazen sadece bir ışığın, bir aksesuarın, müziğin başat unsur olduğu, hatta sahnede tek başına ifade unsuru olduğu bir tiyatro. ve plastik sanatlar, müzik, hareket/dans, edebiyat vd ile içiçe geçmiş konsept istediğinde o disiplinleri baş unsur yapmaktan imtina etmeyen bir tiyatro.”


bu yaklaşım ve onun sahne üzerindeki uygulaması bu yüzden de herkese “temas” etmeyebilir gerçekten de. çünkü tiyatro da yaşayan her şey gibi bir kültürün sonucu ve evrimi olanve onu algılayabilecek, anlayabilecek ve ezberlerinin ötesine geçebilecek olanlara ise bir potansiyel ve olanak sunan  bir “olgu ya da ‘var’lık ve ‘varolma’ biçimi”dir.


bir kesim daha için bu oyun gidilesi, izlenesi bir oyun değil; onu da vurguluyor sevgili atak ve burada da insana olan saygısını ve sevgisini de ortaya koyuyor: orada anlatılanları görüp hissedince, çok önce ya da yeni yaşadıklarını, belki de hep yaşadıklarını, yeniden yaşayacak olan ve bunun travmasıyla ve acısıyla baş edemeyecek ya da bundan zorlanacaklar için de olmadığını söylüyor. çünkü yaşamda atılanlar kadar atılamayan çığlıklar da insandan geldiği için önemlidir.


tabii bir de “hesaplaşma” ve bundan yola çıkarak bir “tepki” örgütlemek isteyenler için de bir fırsat değil, çünkü o tiyatroyla “devrim” yapılamayacağını da biliyor ve vurguluyor.


tüm bu bakımlardan “merheba” olağandan ve olandan farklı bir düşünceye, ya da bakışa geçiş yapmak için bir fırsat, bir olanak!...



dil ne için var? ses ne için?



dil ile sesin, dilsizlik ile sessizliğin sonuçlarının nereye kadar ulaşacağını görmek, anlamak için bir fırsat ve olanak. cinsin ve cins kimliğin bunları ne kadar ve nasıl farklı kıldığını kavramak için bir fırsat ve olanak.

daha önce sıkça vurguladığım bir gerçekliğin burada da fark edilip sergilenmesi hoşuma gitti.


kadınla erkeği farklı kılan, sesi duyduğu kadar sessizliği duyması ve bunu bir ifade aracı ve yolu olarak kullanmasıdır. dahası sesin sözden önce geldiği gerçeğinin de farkındadır ve seslerle konuşur. “çığlık” üzerine düşünüldüğünde onun anlamlarının çokluğu pek çok dilde en çok anlamı olan sözcükten çok daha fazla anlamı etmesi bunun en doğrudan kanıtıdır. yine bir başka unsur, dili kullanma ve konuşma biçimidir. erkekler ne kadar bitmiş ve kesinlik belirten cümleler kurarsa, kadınlar da bir o kadar bitmemiş cümleler kurarlar ve sorular sorarlar. çünkü yaşam süreğendir ve yaratan sorulardır. benzer biçimde, söz birliği, bağlantı ve bütünlüğü olmayan söyleyişler, benim “demece” demeyi yeğlediğim ifade biçimleri, kurallı ve öznesi, tümleci yüklemi yerinde düzgün cümlelerden çok daha fazlasını anlatır herkese. bu gelişmişlik farkıdır ve insanın bir cins kimliğinin içine sığamayacağının da kanıtıdır.


birbirilerimizin gerçeğini tanımak, tanışmak, yüzleşmek için de bir fırsat. bu fırsatlar ve olanaklar dilden sese, sesten dile gidilen süreçte türkçe, kürtçe, galisyanca, ama asılolarak seslerle ve sessizlikle izleyenlere sağlanıyor... ve de oynayarak...


insan hep oynuyor. yaşarken de oynuyor, yaparken de oynuyor.


oynayan insanın oyunuyla kendisini yüzleştirmek için bir oyun “merheba”.


gidin, görün, bir de siz tanışın ve tartışın, kendinizle ve kendi gerçeğinizle.


soruyu yeniden sorayım:


dilimiz olmasaydı?


- “var! konuşuyoruz ve konuşmalıyız...”


elimiz olmasaydı?

- “var! yapıyor, yaratıyor ve yaşatıyoruz!”


“merheba, merheba, merheba”


ya da merhaba!..  (ms/hk) 



***


not: oyun 5 - 12 - 19 - 26 şubat tarihlerinde şermola performans’ta sahneleniyor.bilgi: sermolaperformans.com


Haberi buradan da okuyabilirsiniz: http://www.bianet.org/bianet/sanat/162072-ses-soz-ve-dil-uzerine-bir-dyun-merheba

Çerçi Sanat'ın 5. Sayısı Yayında!

Çerçi Sanat'ın 5. sayısı yayında! Biraz uzun bir ara verdiğimizin farkındayız. Sizi yeni yılda yeni bir sayıyla buluşturmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Ama sürprizlerimiz bununla kalmayacak elbette. Çerçi'nin yeni sayısı bizler için de yepyeni bir başlangıç olacak. Heyecanımızı şimdilik burada tutup 5. sayımızdan bahsedelim.

http://cercisanat.com/dergi/5

Bu sayıda mutfaktaki yazarlarımızla kadın öykücüleri konu aldık. Herkes birçok okuma yaptı ve yazmak istediği üç kadın öykücüyü tanıttı. Tanıtım dediysek, söyleşileri es geçmeyelim! Kadın öykücü diye bir ayrıma gitmek elbette tartışmalı bir hamle oldu bizim için. Ama nedenlerimiz var. Bunları "Editör"den yazımızda uzun uzadıya anlattık. Mesela şöyle dedik:

"Şimdi böyle bir çalışmaya ne gerek vardı dediğinizi duyabiliyoruz, en azından bazılarının. Fakat biz her sayıda aslında okumak istediğimiz yazarları çalışıyoruz çünkü derginin mutfak kısmında yine biz varız ve dışarıdan yazılar almıyoruz genellikle. Kadın yazarları okumak istedik. Hem de böyle, kadınların olduğu bir sayıda. Metinler üzerinden hareket etmek en doğrusudur diye düşündük. 'Kadınlık', 'kadın yazarlık' kavramı her zaman tartışılacak bir konu. Ve asla bununla ilgili somut bir çözüm de söz konusu değil. Çünkü öznesi edebiyat ve bu zemin ahkâm kesenleri, katı kurallar koyanları asla affetmez."

Bu blog yazısını yazmadan önce sayımızın yeniliği ve güzelliği olan "çevrimiçi söyleşi"lerden bahsetme niyetindeydik. Ama okurlar bu söyleşileri çoktan keşfetti ve bu sayfalar Çerçi Sanat'ın en çok ziyaret edilen sayfalarında yerini aldı. O zaman müjdemizi verelim: Bu söyleşiler gelecek sayılarda artarak devam edecek.

İşte, 5. sayımızda okuyabileceğiniz yazılar...

Dosya konuları:

"Çuvaldızı Kendine İğneyi Başkasına Batıran Öyküler" - Şengül Can: http://cercisanat.com/dergi/5/cuvaldizi-kendine-igneyi-baskasina-batiran-oykuler
"Yersiz Yurtsuz Karakterlerin Öyküleri" - Tuğçe Ayteş: http://cercisanat.com/dergi/5/yersiz-yurtsuz
"Üç Yazar" - Tülay Akyol: http://cercisanat.com/dergi/5/uc-yazar
"Öykünün Cinsiyeti" - Özlem Şan: http://cercisanat.com/dergi/5/oykunun-cinsiyeti

Söyleşi:

"Öykü Buluşmaları Buluşma Öyküleri", Özlem Şan: http://cercisanat.com/dergi/5/oyku-bulusmalari-bulusma-oykuleri

Çevrimiçi Söyleşiler:

"Melek Ekim Yıldız'la Çevrimiçi Söyleşi"- Şengül Can: http://cercisanat.com/dergi/5/melek-ekim-yildizla-cevrimici-soylesi

"Reyhan Yıldırım'la Çevrimiçi Söyleşi" - Şengül Can, Özlem Şan - http://cercisanat.com/dergi/5/reyhan-yildirimla-cevrimici-soylesi

Öykü:

"Hasat" - Fahri Alpyürür: http://cercisanat.com/dergi/5/hasat
"Direniş" - Servet Karaaslan: http://cercisanat.com/dergi/5/direnis-1
"Kaya Kartalı" - Emine Aydoğdu: http://cercisanat.com/dergi/5/kaya-kartali
"Ya Gözlerim Konuşursa" - Nilgün Admeş: http://cercisanat.com/dergi/5/ya-gozlerim-konusursa

Şiir:

"Ekin" - Talita Yaltırık: http://cercisanat.com/dergi/5/ekin
"Bir" - Ali Kırkar: http://cercisanat.com/dergi/5/bir
"Dokunmaya Ağıt" - Doğa Çam: http://cercisanat.com/dergi/5/dokunmaya-agit
"Karsız" - Erkan Karakiraz: http://cercisanat.com/dergi/5/karsiz


Çerçi Sanat'ı her an, her yerde, yemeklerden önce ve sonra, aç ya da tok karnına, güneşli havalarda ve yağmurda bir pencere kenarında okuyabilirsiniz. Önceki sayılara da sitemizden ulaşabilirsiniz.